Türk Tiyatro Tarihi

 Yirminci yüzyılın ilk yarısında tiyatro alanına getirilen kuramlar, girişilen denemeler, karşıt görüşlerle elde edilen başarılar, tiyatro tarihi üzerinde yapılan incelemeler hiçbir çağda görülmemiş bir genişliğe, derinliğe ulaşmıştır. Bu görgülülük, yaşantı zenginliği, tiyatroyu büyük bireşimlere götürebilir. Ticaretin karşısında eli kolu bağlı görünen, ölüm kalım savaşına girişmiş propagandaların baskısı altında ezilen tiyatro, sanatçının yenilmezliğiyle gene de ayakta kalacak, er geç görgülülüğünün meyvelerini toplayacaktır umudundayız. Çağımızın tiyatrosu üzerine önemli kitaplar yazmış olan ünlü eleştirmen Eric Bentley şöyle diyor: «Günümüzün tiyatrosuna bakıp da tiyatro sanatının öldüğü sonucuna varmamak çok güç. Ben ölen tiyatroyu diriltmeyi savunmuyorum, tiyatro endüstrisinin dışında kalabilecek Küçük Tiyatrolar ile Halk Tiyatroları kuralım diyorum. Küçük Tiyatroları kurmak için en iyi yer belki de okul bahçeleri. Halk Tiyatroları ise belki de yalnız devlet yardımıyla kurulabilir; umalım ki böyle bir yardımdan söz etmek onların hiçbir zaman kurulamayacakları anlamına gelmesin.”

Türk Tiyatrosu

Türk Tiyatrosu deyince çoğu kimsenin aklına yüz yıllık bir geçmiş geliyor: Batı’ya açılışımızla birlikte başlayan, Batı etkisindeki Türk Tiyatrosu. Daha geniş bir düşünüşe ulaşmış olanlar, “tiyatro’’ sözcüğüne dar bir anlam yüklemeyenler ise meddah, karagöz, ortaoyunu gibi eski eğlenceleri de hatırlatıyorlar. Oysa bunlardan yalnız sonuncusu “tiyatro” ya yaklaşılıyor ki o da bir on dokuzuncu yüzyıl eğlencesi. Daha önce bir Türk Tiyatrosu yok muydu? Dünya Tiyatrosu’nu anlatırken çeşitli toplulukların geçirdikleri evrimleri özetledik, bu evrimler arasında büyük benzerlikler bulunduğunu gördük. Türk topluluklarının o gibi evrimlerden geçmediğini, Anadolu Türklerinin tiyatroya on dokuzuncu yüzyılda ulaştığını düşünmek gülünç olur. Onun için de “Türk Tiyatrosu” denince ilkel Türk topluluklarına kadar inen bir geçmişin aklımıza gelmesi gerekir.

İlkel Türk Tiyatrosu

En eski Türkler ailenin genişlemesiyle ortaya çıkmış aşiretler halinde yaşıyorlardı. Her aşiretin bir totemi vardı. Bir ağaç, bir ot, ya da bir hayvan… Totem aşiretin hem atası, hem de tanrısıydı. Totem dininin birtakım törenleri, yasakları, yasaları olduğunu biliyoruz. Totemi hayvan olan Türk aşiretleri o hayvanın etini yemezlerdi. Yalnız yılda bir kere dinsel bir tören olarak aşiretçe o hayvanı avlamak üzere sürek avına çıkılırdı. Av sonunda kurban edilen hayvan gene törenle topluca yenirdi. Aşiretten bir kimse ölürse herkesin katıldığı bir törenle gömülür, yası tutulur, anısına şiirler söylenirdi. Bu dinsel törenlerde pandomim, dans, şiir, müzik öğelerinin yer alışıyla ilkel bir tiyatro olayı gerçekleşmiş olurdu.

Gene bütün dünya topluluklarında olduğu gibi, ilkel Türk topluluklarında da ilk tiyatro yönetmeni, ilk başoyuncu din adamları, sihirbazlardı. Türkler totemizm dinini bırakıp iyilik ve kötülük tanrıları olarak gök tanrısı ile yer tanrısına tapmaya başladıktan sonra da artık gelenekleşmiş olan eski törenler unutulmamış, sihirbazların önemi, görevleri gün geçtikçe artmıştır.

Sümerler İle Etiler

Orta Asya’da kuraklığın baş göstermesiyle birlikte Türklerin dört bir yana doğru göçleri başlar. İ.Ö. beş bin yıllarında Mezopotamya’ya gelip yerleşen Akadlar ile Sümerlerin Türk toplulukları olduklarını kabul eden bilginler çoktur. İ.Ö. dört bin, ya da üç bin yıllarında Anadolu’ya gelip yerleşmiş olan Etiler de Türk soyundan oldukları kabul ediliyor. Bu bakımdan Sümerler ile Etilerin dinsel oyunlarına da bir göz atmalıyız.

Sümerlerin din adamları tapınaklarda yaptıkları dinsel törenlerde, cenaze törenlerinde tanrıların hayatlarını, çektikleri acıları anlatan monologlar, diyaloglar söylerlerdi; trajedi öğeleri taşıyan sahneler din adamlarınca oynanarak canlandırılırdı. Bu törenlerde sözden başka dans, müzik, şarkı da yer alırdı. Sümer tapınakları tanrıların evi sayılır, çoğunca büyük yapılar olurdu; kimi yerlerde yedi katlı kuleler biçiminde yapılmış tapmaklar vardı. Bunların tapınma, tören salonları çok genişti. Sümerlerin din adamları geleceği bildirmek, tapınmayı yönetmek; törenlerde hizmet etmek, tapınakların işlerine bakmak gibi görevler yüklenerek sınıflara ayrılırlardı. Öfkelenmiş tanrılara yakarışlar, övgüler okuyan din adamlarına Kalu denirdi. Kalu’lar müzik araçları da kullanıyorlardı. Kazılarla ortaya çıkarılan bir vazoda davul çalan bir Kalu resmine rastlanmıştır.

Etilerin tapınmalarında, törenlerinde de oyun öğeleri görülmektedir. Kazılarla ortaya çıkarılan eserlerde çalgıcıları, dansçıları canlandıran kabartmalar vardır. Ayrıca, Etilerin büyük bayramlarında tapınakların önünde alanlarda dinsel törenler düzenledikleri, o arada savaş oyunları oynadıkları da biliniyor. Eski Eti kabartmalarının birinde canlandırılan tarım töreni tiyatro tarihi bakımından çok önemlidir. Bolluk yaratmak için yapılan bu açık hava töreninde kral elinde üzüm salkımı tutan bir tanrının önünde eğilmektedir. Bu tanrı akla hemen Diyonizos’u getiriyor. Üstelik mitoloji bilginleri Diyonizos’un tam bir Elen tanrısı olmadığını söylerler. Bu tanrı Yunanistan’dan önce Girit’te, Mısır’da, Trakya’da, Thebai’de bilmiyormuş. Euripides’in Bakhalar adlı eserinde şarap tanrısı Diyonizos, Elen ülkesine Anadolu’dan geldiğini bildirir. Bütün bunlar Yunan Tiyatrosunun kaynaklarını araştıran kimi düşünürlerin gözlerini Anadolu’ya çevirmelerine yol açmıştır.

Orta Asya’da

Orta Asya’dan göç eden Türklerden başka orada kalan Türk kolları pek çoktu. Bu kolların dinsel inançlarına göre tanrılara yaranmak için zaman zaman onları taklit etmek, hikayelerini anlatmak, oynamak gerekirdi.

Çeşitli topluluklarda değişik törenler yapılırdı. Yakutlar arasındaki bir inanışa göre en büyük tanrı ArtTuyunAga kendisine kurban kesilmesini istemezdi. Gençlerin onun şerefine dokuz bardak kımızı dokuz kere içmeleri kurban yerine geçerdi. Gençler bu kımızı içtikten sonra coşkun oyunlar oynarlardı. Bu tören de Diyonizos törenlerini hatırlatıyor.

Dinle ilgili törenler zamanla gelenekleşerek dinsel öğelerden sıyrılabilirdi. Bir de dinsel olmayan törenler vardı. Bu törenlerde efsaneler, destanlar atalara saygı göstermek isteğiyle anlatılır, oynanırdı. Ergenekon Destanı’yla ilgili Demir Dövme Töreni bunların güzel bir örneğidir. Hakan eski çağlarda soyunu kurtarmış olan demirciyi taklit ederek bir ateş yakar, ateşte kızdırılan demir parçalarından birini örsün üstüne koyup çekiçle döver; sonra herkes bu dövme hareketini tekrar eder. Törende oyun öğeleriaçıktır. Sahne olarak bir alan kullanılmakta, oyuna bütün aşiret katılmaktadır. Böylece oyuncularla seyirciler birbirinden ayrılmamaktadır.

İki Bin Yıllık Bir Türk Oyunu

  1. M. Nikoliç adlı yazarın Belgrad’da yaptığı bir konuşma ile bir Belgrad gazetesinde yayımladığı yazı (24 Ocak 1934) iki bin yıl önce yazılmış bir Türk oyununu anlatması bakımından çok önemlidir. Nikoliç şöyle diyor:

“Tiyatro kültür seviyesi yüksek olan milletlere mahsus bir varlıktır; tiyatrosu olan memlekette şair, aktör ve seyirci bulunması gerektir. Bundan dört bin yıl önce, Türkler, büyük ve kültür seviyesi yüksek bir millet ve Orta Asya’da tesirli bir varlıktılar. Türk Milleti iyi harp ederdi, bu topluluğun içinde yüksek soydan gelmiş olanlar, halk ve yabancı milletlerden alınmış köleler vardı. Asilzadeler kuvvetli ve hakimdiler, onlar güzel sanatları korumuşlardır; güzel sanatlar ilerlemiş ve Türkler arasında dünyanın en eski tiyatrosu meydana gelmiştir.

“En eski Türk piyeslerinden birinin bir parçası, bugün de mevcuttur. Bu parça, eski Türk tiyatro edebiyatının epik olduğunu gösteriyor. Piyesin konusu Türklerin o zamanki harplerinden birinde kazandıkları zaferdir. Eski Türk tiyatro sanatından kalmış ikinci eser, birincisinden az daha yenidir. Bu piyes, Türklerin Çin’e hücumları zamanından kalmadır. Vak’anın kahramanları üç kişidir. Bir Türk kahramanı harbe gidiyor, evde güzel karısı ile küçük çocuğunu bırakıyor. O gittikten sonra bir Çin’li eve gelerek güzel Türk kadınını elde etmeye çalışıyor. Kadın Çinliye karşı kendisini kahramanca koruyor. Çinli kazanamayacağını anlayınca kadına fenalık etmek için onu yüzünden yaralıyor; daha doğrusu Türk şairinin dediği gibi onun namusunu çalamayınca güzelliğini çalıyor. Harp meydanına doğru ilerlemekte olan Türk, bir aralık hamaylısını evde unuttuğunu hatırlamış, geri dönmüştür; muharebede muvaffak olabilmesi için onun mutlaka boynundan geçirilmiş olarak göğsünde asılı bulunması lazımdır; eve geldiği zaman güzel karısının uğradığı felaketi görülüyor, öcünü alıyor ve facia kanlar içinde bitiyor.”

  1. M. Nikoliç’in belirttiği bir nokta da o çağdaki Türk Tiyatrosu’nda tanrıların, ruhların, tabiat üstü varlıkların yer almamasıdır. Bu o günkü Türk topluluklarının bilgi, kültür bakımlarından belli bir yüksekliğe ulaşmış olduğunu gösterir. Nikoliç’in anlattığı oyunların hangi Türk topluluklarınca oynandığı kesinlikle bilinmiyor.

1116’da Bir Selçuk Komedisi

Bizans İmparatoru Aleksiyos Komninos I’in kızı prenses Anna Komnini babasının hükümdarlığı sırasındaki olayları anlatan bir eser yazmıştı. Adı Aleksiyos olan bu kitapta Türklerden büyük bir düşmanlıkla söz edilir. Çünkü 1071 yılından sonra Anadolu’yu ele geçirmeye başlayan Selçuk Türkleri Bizans İmparatorluğu için çok büyük bir tehlikeydi. İmparator Aleksiyos Komninos 1116’da Türklere karşı savaş açmak üzere Üsküdar’a geçmişti. Ama ayaklarında başlayan hastalık yüzünden daha ileri gidememiş, savaş açılamamıştı. Prenses Komnini kitabında bu olayı anlatırken Selçuk sarayındaki bir komedi oyununa dokunuyor:

“Bu arada İmparatorun ayaklarındaki damla hastalığı kendisini rahatsız etmeye başladı. İmparator ağrılarından hemen hemen yürüyemez olmuştu. Hastalık savaşın yapılmasına engel oluyordu. İmparator yataktan ayrılamayacak halde idi. Barbarlara karşı hazırlanmış olan zafer geri kaldı. İmparatoru en çok üzen de bu idi. Barbar Kılıçarslan İmparatorun vaziyetini önemle göz önünde bulunduruyor, onun hastalığından ve hareketsizliğinden faydalanarak ve sonunu düşünmeden bütün Asya’yı yağma ediyordu; hristiyanlara karşı yedi kere akınlarda bulundu. İmparatorun, bu hastalığı eskiden kendisini ara sıra yokladığı halde bu sefer arka arkaya buhranlar doğuyor, adeta sürekli bir şekil alıyordu. Kılıçarslan’ın etrafında bulunan adamları ise, hastalığın yalan olduğunu, İmparatorun gevşeklikten ve tembellikten dolayı savaşa kalkmadığını ileri sürüyorlardı. Bu sebepten dolayı barbarlar gerek ziyafetlerinde, gerek sarhoşlukları sırasında çok alaycı bir şekilde İmparatorun ayak ağrılarını fırsat bilerek eğleniyorlardı. Aktörlükte gerekli olan manalı sözleri bulmak ve söylemekte yaradılışın kendilerine verdiği istidat ve kabiliyetin yardımı ile ve İmparatorun ayak ağrıları vesilesiyle birçok maskaralıklar yapıyorlardı; bunlar İmparatorun hastalığına bakan hekimleri, kendisine hizmet edenleri, hatta İmparatorun kendisini temsil ediyorlardı; İmparatoru temsil eden adamı bir yatağa yatırıyorlar, yatağı ortaya koyup eğleniyorlar, bu oyunlar barbarları şiddetle güldürüyordu. Barbarların bu halini haber almış olan İmparator, hiddeti artarak savaş açmak istiyor, kızgınlığının sebebini büyük bir taşkınlıkla açığa vuruyordu.”

Prenses Komnini’nin Türklere büyük bir düşmanlık duyarak yazdığı bu satırlar Selçuklularda oyun sanatının iyice gelişmiş olduğunu belirtiyor. “Yaradılışın kendilerine verdiği istidat ve kabiliyet” sözü bu sanatın Türkler için yeni olmadığını anlatmaktadır. Görüldüğü gibi, dinsel törenlerden kalma geleneklerden bütünüyle kurtulunmuş, eğlenmek için oynanan “tiyatro” ya ulaşılmıştır.

İslamlıkla Gelen Etkiler

İslam dini sekizinci yüzyılda Türkler arasında yayılmaya başlamıştı. On birinci yüzyılda birçok Türk topluluğu bu yeni dini kabul etmiş bulunuyordu. İslam dininin getirdiği inançlar, yasaklar Türklerin eski dinlerine hiç benzemiyordu. Bu yüzden de Türkler İslamlığı kabul ettikten sonra yönetici sınıflarla halk arasında bir ayrılık baş gösterdi. Yöneticiler, aydınlar İslamlığa sıkı sıkıya bağlanmışlardı; ama halk eski dinlerin geleneklerini, törenlerini ufak tefek değişikliklerle devam ettirdi. Önceleri aydınlar Kitaba kılı kılma uyma yolunu gütmek istedilerse de, iş halka ulaşınca uygulamalar başladı, mezhepler ortaya çıktı. Batı Selçukluların düşünceleri, yaşayışlarıyla geniş bir serbestlikten yana olduklarını biliyoruz. On dördüncü yüzyılda bile Anadolu’da kadınlar toplum hayatına katılırlardı; örtünmezlerdi. Türklerin İslamlıktan önceki inanışlarına, geleneklerine daha yakın düştüğü için, İran’dan gelen Batıni mezhepler Anadolu’da kolayca yayılmıştır. Halkın bu davranışı tiyatro öğeleri taşıyan törenlerin unutulmamasını, yeni kurulan tarikatlarda de bu çeşit törenlerin biçimlenmesini sağlamıştı. Mevlevilerin, Bektaşilerin dinsel törenlerinde tiyatro öğeleri vardır. Ayrıca, Aleviler arasında dinsel kaynaklarından koparak eğlence halinde devam eden oyunlar günümüzde de oynanmaktadır. Tiyatro alanında incelemeler yapanların Alevi köylerinde gördükleri bir oyun şöyle anlatılır:

“Bu oyun bir kış yarısı merasimidir, geceleyin yapılır, gezmekle başlar; her biri rol yapmak üzere seçilmiş ve kılık değiştirmiş olan üç şahısla deve, tilki gibi hayvan kılıklarına girmiş kimselerden mürekkep bir kafile, köyün bütün delikanlılarını peşine takarak her evin kapısı önünde dura dura dolaşır. Deve ve tilki rollerini yapanlar bacaklarına, boyunlarına çıngıraklar, ziller takmışlardır; davul zurna çalınır, türlü şakalar ve kahkahalarla köy dolaşılır; kapısının önünde durulan her evden yağ, bulgur, un, yumurta, şeker gibi yiyecek maddeleri toplanır; sonra hep birlikte bir eve gidilir, toplanılan gıda maddeleri burada pişirtilir; bunlar pişinceye kadar evin önünde meşalelerin ışığında türlü eğlenceler yapılır, yemekler piştikten sonra da toplu olarak yenilir. Anadolu’da hala yaşamakta olan bu adet, en eski çağlarda Orta Asya Türklerinin düzenledikleri dini şölenlerin devamından başka bir şey değildir. Yemekler pişinceye kadar yapılan oyunlar dramatiktir. Mesela bunlardan bir tanesi üç şahıs tarafından oynanan bir şifahi halk piyesidir:

1 — Arap. Yüzü, elleri isle siyaha boyanmış bir tip. Göğsü şişkin, sırtı kambur hale getirilmiştir; başında koyun postundan yapılmış büyük bir başlık, elinde bir değnek veya bir tüfek bulunur.

2 — Koca. Uzun, bembeyaz sakallı ihtiyar kılığına girmiş bir adam. Başında beyaz, iri bir başlık, arkasında bir post vardır.

3 — Gelin. Kılık değiştirmek suretiyle bir erkek tarafından temsil edilen kadın tipi.

 Bu üç şahıs ortaya gelirler; deve ile tilki de meydandadır. Önce Arap, deveci olur, gelin deveye biner, kocası yayan yürür; böylece yaylaya göç ederler. Arap, yolda kadına sarkıntılık etmek ister, bu yüzden ihtiyarla aralarında kavga çıkar, kadın yerine göre iki erkeği de idare ederek kavgayı bastırır; fakat ihtiyar, Arabi kıskanmağa başlamıştır, kavga tekrarlanır, sonunda Arap, ihtiyarı öldürür. Kadın, ölen kocasının üstünde kapanarak acıklı ağıtlar, mersiyeler söyler. Ölüm hadisesine kadar türlü şakalarla geçen oyunun bu safhasında neşeli hareketler durur, seyircilerde bir ızdırap başlar, oyuna onlar da karışırlar, kadınla birlikte ölünün ağzına yemişler doldururlar; ölü bunları yedikçe yavaş yavaş dirilmeğe başlar ; bu yeniden hayata dönmenin uyandırdığı sevinç ve heyecan içinde musiki ve raks başlar, eğlenti devam eder.”

Oyun bu biçimiyle dinsel olmaktan uzaktır. Ama İslamlıktan önceki çağın kesin etkilerini taşıyor. Kimi köylerde bu oyun bir uğur ve bereket töreni olarak görülür.

Osmanlılar

Anadolu’da yaşayan Türklerin yönetmenliği Selçuklulardan Osmanlılara geçince halkın yaşayışında önemli değişiklikler olmadı. Halk gelenekleri, inançlarıyla gene o halktı. Ayrıca, Osmanlı sarayındaki yaşayış da Selçuk sarayındaki yaşayışın özelliklerini devam ettiriyordu.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra Bursa, Edirne, İstanbul gibi şehirlerde çeşitli düğünler düzenlenmişti. Sarayın önemli evlenmelerle sünnetlerde düzenlediği bu düğünler arasında günlerce sürenler de olmuştur. Bu gibi eğlencelerde çalgıcılar, şarkıcılar, cambazlar, halkı güldürerek eğlendiren sanatçılar yer alırlardı.

Osmanlıların ilk sultanları gösterişsiz bir hayat yaşamışlardı, ama kısa bir süre sonra Selçuk sarayının eğlenceleri onların saraylarım da kapladı. Muhdik (güldürücü), mukallid (taklitçi) diye anılan sanatçılar çoğaldıkça çoğaldı.

On beşinci, on altıncı, on yedinci yüzyıllarda eğlendiricilik bir meslek haline gelmişti, Kol diye anılan kumpanyalar vardı. Evlenme, doğum, sünnet düğünü, donanma şenliklerinde bu kollar para karşılığında konukları, halkı eğlendirirlerdi. Her kol, kolbaşının adıyla anılırdı: Ahmet Kolu, Yanaki kolu gibi.

Muhdik’lerle mukallid’lerin birtakım olayları oynayarak canlandırdıklarını biliyoruz. Fransız yazarları Osmanlıların bu gibi eğlencelerini anarken “komedi” sözcüğünü kullanır, güldürücülerle taklitçilerden de “aktör” diye söz ederler. On sekizinci, on dokuzuncu yüzyıllarda koloyunu, ortaoyunu diye adlandırılan oyunların ilk örnekleri bunlar olsa gerektir.

Savaş Oyunları

Türkler çok eski çağlardan beri savaş oyunları düzenlerlerdi; ama Osmanlıların zamanında bu oyunların çok genişletildiği görülüyor. On altıncı yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı bir sünnet düğününde At meydanına deriden karşılıklı kuleler yerleştirilmiş, toplar, tüfeklerle tam bir savaş canlandırılmıştı. Osmanlı tarihinde bu çeşit oyunlar çoktur. Ayrıca, denizde de savaş oyunları düzenlenir, kadırgaların çarpışması canlandırılırdı.

Ballet Pandomim

Osmanlılarda tiyatro sanatına yönelen eğlenceler gözden geçirilirken biri on altıncı, öbürü on yedinci yüzyıllarda oynanan iki ballet pandomim ilgiyi çeker. Hammer tarihi 1582’de Murat III’ün düzenlediği bir sünnet düğününde musikili bir oyun oynandığını yazar. Verilen bilgiye bakılırsa bu Hıristiyan kölelerin oynadıkları, konusu mitolojiden alınma bir ballet pandomim’dir.

Osmanlı tarihindeki ikinci balletpandomim 1675 yılında, Edirne’de Mehmet IV’ün düzenlettiği bir düğünde oynanmıştır. Fransız Elçisi Marquie de Noin tel’in Paris’e gönderdiği raporlara dayanarak Albert Vandal adlı yazar bu oyunu şöyle anlatır:

«Padişah, oğlu, vezirleri, subayları, fevkalade süslü olan açık pavyonda yerlerini aldılar; ayakta idiler. Bütün bu büyük sarıklılar, muhteşem bir hareketsizlik içinde duruyorlardı. Gerek onların, gerekse kendilerini, hafif bir kafes arkasında saklamakta olan sultan hanımların önünde, balerinlerin kendilerini birden ortaya attıkları görüldü; bunlar kadın ve erkek iki ayrı cinse ait ayrı ayrı elbiseler giymişlerdi. Dans eden kadınların parlak renkli etekleri raks esnasında dalgalana dalgalana dönüyordu; oyunları Aretin’in masallarına ve Apulee’nin altın eşek hikayesine benziyordu. Sonra güneş battı, bu mimique (mukallidlik) sanatı yerini, dini hareketler serisine bıraktı. Bütün aktörler ve orada bulunanların hepsi, padişah, vezirleri ve başka kimseler namazın art arda gelen yedi pozunu yaptılar. Göz uzaklara kadar yalnız büyük bir intizam içindeki diz çökmeleri ve yere baş koymaları görüyordu.”

Seyircilerle birlikte namaz kıldıklarına bakılırsa büyücülükle karışık bir aşk efsanesini canlandıran bu oyuncular Müslüman Türklerdi.

 Haremde Bir Oyun

Fransızca bir eserde verilen bilgiye göre on sekizinci yüzyılda Abdülhamid I’in kızı Rebia Sultanın doğum şenlikleri yapılırken Sarayın hareminde bir oyun oynanmıştı. Abdülhamid I kadınların sokakta fazla süslü gezmelerini istemezmiş. Giyilecek feracelerin biçimi, boyu, yakasının genişliği üzerine ölçüler konmuş, fermanlar çıkarılmış. Padişah bu işe kendisi sokaklarda kılık değiştirip gezecek, kadınların ölçülere uygun giyinip giyinmediklerini kontrol edecek kadar önem verirmiş. Bir gün sokakta çok geniş yakalı ferace giymiş bir kadın görünce kızıp üstüne atıldığı, feracenin yakasını yırttığı söylenir. işte Re bia Sultanın doğum şenliği sırasında haremdeki kızlar bir oyun düzenleyip kadın kılığı üzerine çıkarılan fermanları, padişahın başından geçen olayı canlandırmışlardı. Kızlar sokakta gezinen kadınlar gibi ortada dolaşmaya başlamışlar, birisi geniş yakalı ferace giymiş, birisi de padişah olmuştu. Padişah kılığındaki kız geniş yakalı kızı görünce üstüne atılıp elindeki makasla yakasını kesip parçalamıştı. Bu komediyi sultan hanımlarla birlikte kafes arkasından seyreden Abdülhamid oyundan hoşlanmış, gülmüştü.